1. BÖLÜM DARWİNİZM’İN KISA TARİHİ
Darwinizm'in
dünyaya getirdiği acılara ve belalara geçmeden önce kısaca tarihine bakalım.
Pek çok insan evrim teorisini, ilk olarak Charles Darwin'in ortaya attığı,
sağlam bilimsel delillere, gözlemlere ve deneylere dayalı bir teori zanneder.
Oysa evrim teorisinin ilk fikir babası Darwin olmadığı gibi, teorinin kaynağı
da bilimsel deliller değildir.
Mezopotamya'da
putperest dinlerin hakimiyetinin bulunduğu bir dönemde, canlılığın ve evrenin
kökeni hakkında birçok batıl inanç ve efsane yaygındı; bunlardan biri de
"evrim" inancıydı. Sümerler'den kalan Enuma-İliş adlı yazıtta
anlatıldığına göre, ilk başta bir su karmaşası vardı ve bu su karmaşasının
içerisinden birdenbire Lahau ve Lahamu adlı tanrılar ortaya çıkmıştı. Bu batıl
inanışa göre, ibadet edilen bu putlar ilk önce kendi kendilerini var etmişler,
daha sonra da evrimleşerek diğer maddeleri ve canlıları oluşturmuşlardı. Yani
Sümer efsanelerine göre canlılık, cansız su kaosundan birdenbire oluşmuş ve
evrimleşerek gelişmişti.
Görüldüğü
gibi bu inanış, evrim teorisinin, "canlıların cansız maddelerden oluştuğu
ve evrimleştiği" iddiasıyla çok büyük bir uyum göstermektedir. Buradan da
anlıyoruz ki, evrim fikri Darwin'e değil, ilk olarak Sümer putperestlerine
aittir.
Evrim
efsanesi, daha sonra bir başka putperest medeniyet olan Eski Yunan'da hayat
sahası buldu. Eski Yunan'ın materyalist filozofları, maddeyi yegane varlık
sayıyorlardı. Sümerler'den miras kalan evrim efsanesine ise, canlıların nasıl
oluştuğunu açıklamak niyetiyle başvurdular. Böylece materyalist felsefe ve
evrim efsanesi, Eski Yunan'da birleşti. Oradan da Roma kültürüne taşındı.
Putperest
kültürlere ait birer efsane olan bu iki kavram,gündemine 18. yüzyılda yeniden
girdi. Eski Yunan kaynaklarını inceleyen bazı Avrupalı düşünürler, materyalizmi
benimsediler. Bu düşünürlerin ortak yönü, din aleyhtarı olmalarıydı.
Bu
atmosfer içinde evrim teorisini ilk kez detaylı olarak ele alan kişi, Fransız
biyolog Jean Baptiste Lamarck oldu. Lamarck, geçersizliği sonradan anlaşılacak
olan teorisinde, tüm canlıların yaşamları boyunca ufak değişimlerle
birbirlerinden evrimleştiklerini öne sürmüştü. Lamarck'ın iddiasını biraz daha
farklı bir biçimde tekrarlayan kişi ise, Charles Darwin'di.
Darwin,
teorisini 1859'da İngiltere'de yayınladığı Türlerin
Kökeni adlı kitabında ortaya koydu. Kitabında, eski Sümer'den beri gelen
evrim efsanesini detaylandırmıştı. Tüm canlı türlerinin, suyun içinden
tesadüfen doğan ortak bir atadan geldiklerini ve yine tesadüfen gerçekleşen
küçük değişimlerle birbirlerinden farklılaştıklarını iddia ediyordu.
Darwin'in
bu iddiası dönemin bilim adamları arasında yaygın bir kabul görmedi. Özellikle
fosil bilimciler, Darwin'in iddiasının bir hayal ürününden başka bir şey
olmadığının farkındaydı. Ancak buna rağmen Darwin'in teorisi farklı çevreler
içinde giderek daha fazla destek buldu. Çünkü Darwin bu teoriyle birlikte, 19.
yüzyılın hakim güçlerine bulunmaz bir temel sağlamış oluyordu.
Darwinizm'in Kabul
Görmesinin Nedeni İdeolojiktir
Darwin'in,
Türlerin Kökeni isimli kitabını
yayınladığı ve evrim teorisini ortaya attığı dönemde bilim son derece geriydi.
Örneğin, bugün son derece kompleks bir sisteme sahip olduğu bilinen hücre, o
dönemde kullanılan ilkel mikroskoplarda sadece bir leke olarak görülüyordu.
Dolayısıyla Darwin, canlılığın cansız maddelerden tesadüfler sonucunda
oluştuğunu iddia etmekte bir sakınca görmemişti.
Aynı
şekilde o dönemde fosil kayıtları son derece yetersiz olduğu için geçmişte
canlıların küçük değişimlerle birbirlerinden türediğini iddia edebilmişti. Oysa
bugün kesin olarak anlaşılmıştır ki fosil kayıtları, -biraz önce de
belirttiğimiz gibi- Darwin'in canlıların birbirlerinden türeyerek meydana
geldikleri iddiasını destekleyecek tek bir delil dahi sunmamaktadır. Yakın bir
zamana kadar evrimciler, karşılarına çıkan bu çıkmazı "ileride bir gün
bulunur" temennileriyle geçiştirmeye çalıştılar. Ancak günümüzde, artık bu
açıklamanın da ardına sığınamaz duruma geldiler. (Detaylı bilgi için bakınız.
Evrim Aldatmacası bölümü)
Ne
var ki, Darwinistler'in evrim teorisine bağlılıklarında bir değişiklik olmadı.
Darwinizm taraftarları, Darwinizm'e olan sadakatlerini 150 yıldır birbirlerine
miras gibi aktararak günümüze kadar geldiler.
Peki
Darwinizm'in, bilimsel olarak geçersizliği açıkça ortada olmasına rağmen,
ortaya atıldığı günden bu yana birtakım çevrelerce benimsenmesinin ve yoğun
olarak propagandasının yapılmasının nedeni nedir?
Darwin'in
teorisinin en belirgin özelliği, bir Yaratıcı'nın varlığını inkar etmesidir.
Evrim teorisine göre, canlılık cansız maddelerden, tesadüfler sonucunda, kendi
kendine oluşmuştur. Darwinizm'in bu iddiası, başta materyalist felsefe olmak
üzere tüm ateist felsefelere sahte bir bilimsel destek sağlamaktadır. Çünkü 19.
yüzyıla kadar bilim adamlarının büyük bir çoğunluğu, bilimi Allah'ın
yarattıklarını öğrenmenin ve keşfetmenin bir yöntemi olarak görüyordu. Bu
gerçeğe olan inancın yaygın olması nedeniyle, materyalist ve ateist felsefeler
gelişmek için kendilerine uygun bir ortam bulamıyorlardı. Ancak evrim
teorisinin, Yaratıcı'nın varlığını inkar ederek, ateist ve materyalist inanca
göstermelik bilimsel bir destek oluşturması, onlar için bulunmaz bir fırsat
oldu. Bu nedenle, Darwinizm'i hemen benimsediler ve her biri bu teoriyi kendi
ideolojisine uyguladı.
Darwinizm'in
Allah'ın varlığını inkar etmesinin yanında, 19. yüzyılın materyalist
ideolojilerine destek çıkan bir iddiası daha vardı: "Canlıların gelişimi
doğadaki yaşam mücadelesine bağlıdır. Bu mücadeleyi güçlü olanlar kazanır.
Zayıflar ise ezilerek yok olmaya mahkumdurlar."
Darwinizm'in
dünyaya acılar ve belalar getiren ideolojilerle işbirliği işte bu noktada
açıkça karşımıza çıkmaktadır.
Sosyal Darwinizm:
"Orman Kanunlarının İnsan Davranışlarına Uyarlanması Bilimi"
Evrim
teorisinin en önemli iddialarından biri, canlıların gelişimini doğada var olan
"yaşam mücadelesi"ne dayandırmasıydı. Darwin'e göre, doğada acımasız
bir yaşam mücadelesi, daimi bir çatışma vardı. Güçlüler her zaman güçsüzleri
alt ediyor ve gelişme de bu sayede mümkün oluyordu. Türlerin Kökeni kitabına
koyduğu altbaşlık da, onun bu görüşünü özetliyordu: Türlerin
Kökeni kitabına koyduğu altbaşlık da, onun bu görüşünü özetliyordu: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve
Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".
Darwin'in
bu konudaki ilham kaynağı ise, İngiliz bir ekonomist olan Thomas Malthus'un An Essay on the Principle of Population
(Nüfus Prensibi Üzerine Bir Deneme) adlı kitabıydı. Bu kitap insan ırkını
oldukça karanlık bir geleceğin beklediğine işaret ediyordu. Malthus kendi
başlarına bırakıldıklarında, insan nüfusunun çok hızlı arttığını hesaplamıştı.
Her yirmi beş yılda sayıları iki katına
çıkıyordu. Ancak besin kaynakları hiçbir şekilde bu hızla çoğalmıyordu. Bu
durumda insan nesli sürekli olarak bir açlık tehlikesi ile karşı karşıyaydı.
Nüfusları kontrol altında tutan başlıca etkenler ise savaş, kıtlık ve hastalık
gibi felaketlerdi. Kısacası bazı insanların yaşayabilmeleri için diğerlerinin
ölmesi gerekiyordu. Var olma, "sürekli savaş" anlamına geliyordu.
Darwin,
doğadaki yaşam mücadelesi fikrini Malthus'tan aldığını kendi ifadesiyle şöyle
açıklar:
Ekim
1838'de, yani sistematik bir şekilde araştırmalarıma başladıktan 15 ay sonra,
sırf merakımdan Malthus'un nüfusla ilgili çalışmasını okumaya başladım. Ve
hayvanlarla bitkilerde sürekli gözlemlediğim hayatta kalma mücadelesini
düşündüğümde, bir an farkına vardım ki, bu koşullar altında uygun varyasyonlar
korunacak ve uygun olmayanlar yok edilecekti. Bunun sonucunda ise yeni türler
ortaya çıkacaktı. Burada, sonradan üzerinde çalışabileceğim bir teoriyi sonunda
elde etmiştim.2
19.
yüzyılda Malthus'un fikirleri oldukça geniş bir kitle tarafından benimsenmişti.
Özellikle, Avrupalı üst sınıfın entelektüelleri Malthus'un fikirlerini
destekliyordu. "Nazilerin Bilimsel Arka Planı" isimli makalede, 19.
yüzyıl Avrupası'nın Malthus'un popülasyon ile ilgili görüşlerine verdiği önem
şöyle aktarılmaktadır:
19.
yüzyılın ilk yarısında Avrupa'da yönetici sınıfın üyeleri, yeni keşfedilen
'nüfus artışı problemi'ni tartışmak ve fakirlerin ölüm oranlarını arttırmak
için, Malthus'un fikirlerini uygulamanın yöntemlerini planlamak üzere biraraya
geldiler. Vardıkları sonuç özetle şöyleydi: "Fakirlere temizliği tavsiye
etmek yerine tam tersi alışkanlıklara teşvik etmeliyiz. Şehirlerimizdeki
sokakları daha dar yapmalıyız, daha fazla insanı evlere doldurmalıyız ve vebayı
getirmeye çalışmalıyız. Ülkemizde köylerimizi durgun sulara yakın yapmalıyız, bataklıklarda
yaşamayı teşvik etmeliyiz vs...3
Bu
zalimce uygulamanın sonucunda, yaşam mücadelesinde güçlü olanlar zayıf olanları
ezecekler ve bu şekilde hızla artan nüfus da dengelenmiş olacaktı. İngiltere'de
19. yüzyılda söz konusu "fakirleri ezme" programı gerçekten
uygulandı. 8-9 yaşındaki çocukların günde 16 saat kömür ocaklarında
çalıştırıldıkları ve binlercesinin kötü şartlar nedeniyle öldüğü bir endüstri
düzeni kuruldu. Malthus'un teorik olarak gerekli bulduğu "yaşam
mücadelesi", İngiltere'de milyonlarca fakir insana azap dolu bir ömür
yaşattı.
Darwin,
Malthus'tan etkilenerek bu görüşü tüm doğaya uyguladı ve bu var olma savaşında
güçlü olanların ve en iyi uyum sağlayanların galip geleceklerini öne sürdü.
Darwin'in bu iddiası, tüm bitkileri, hayvanları ve insanları içine alıyordu.
Dahası, söz konusu yaşam mücadelesinin doğanın meşru ve değişmez bir yasası
olduğunu özellikle vurguluyordu. Bir yandan da yaratılışı inkar ederek
insanları dini inançlarını terk etmeye davet ediyor ve böylece "yaşam
mücadelesi"nin acımasızlığına engel olabilecek tüm ahlaki kıstasları hedef
almış oluyordu.
Bu
nedenle Darwin'in teorisi, duyulur hale geldiği andan itibaren önce
İngiltere'deki sonra da tüm Batı'daki kurulu düzenin desteğini arkasında buldu.
Kurdukları siyasi ve sosyal düzeni "bilimsel" yönden meşru hale
getiren bir teoriyle karşılaşan emperyalistler, kapitalistler ve tüm diğer
materyalistler, bu teoriyi sahiplenmekte gecikmediler. Evrim teorisi kısa
zamanda, sosyolojiden tarihe, psikolojiden siyasete kadar insan toplumlarını
ilgilendiren her alanda tek kriter haline getirildi. Her alanda temel fikir
"yaşam mücadelesi" ve "güçlü olan kazanır" sloganıydı ve
siyasi partiler, uluslar, yönetimler, ticari şirketler, fertler artık bu
sloganlar ışığında yaşamaya başladılar. Topluma hakim olan ideolojiler
Darwinizm'i benimsediği için, eğitimden sanata, siyasetten tarihe kadar her
alanda üstü kapalı Darwinizm propagandası yapılmaya başlandı. Her konu
Darwinizm'le ilişkilendirilmeye ve Darwinist bakış açısı ile açıklanmaya çalışıldı.
Bunun sonucunda insanlar Darwinizm'i bilmese bile, Darwinizm'in öngördüğü
hayatı yaşayan toplum modelleri oluşmaya başladı.
Darwin'in
kendisi de, evrime dayalı görüşlerinin ahlaki anlayışlara ve sosyal bilimlere
uygulanmasını onaylıyordu. 1869'da H. Thiel'e yazdığı bir mektupta Darwin şöyle
diyordu:
Türlerin değişimiyle ilgili bakış
açıma benzer bazı fikirlerin, ahlaki ve sosyal sorunlar üzerinde uygulandığını
görüyorum. Bu konuyla çok ilgilendiğime inanmalısın. Önceleri, kendi
görüşlerimin bu kadar farklı ve önemli konulara uyarlanabileceği bana pek
gerçekleşebilir gibi gelmemişti.4
Doğadaki
çatışmanın insanın da doğasında olduğunun kabul edilmesiyle, ırkçılık, faşizm,
komünizm, emperyalizm adına yapılan çatışmalar, güçlü milletlerin zayıf gördükleri
milletleri ezerek yok etmeye çalışmaları artık bilimsellik kisvesine bürünmüş
oluyordu. Barbarca katliamlar yapanlar, insanlara hayvan gibi davrananlar,
milletleri birbirlerine düşürenler, ırklarından dolayı insanları hakir
görenler, haksız rekabetle küçük işletmeleri kapattıranlar, fakirlere yardım
eli uzatmayanlar artık kınanmayacak veya engellenemeyecekti. Çünkü onlar bunu
"bilimsel" bir doğa kanununa uyarak yapıyorlardı.
Bu
yeni bilimsel açıklamanın adı ise "Sosyal
Darwinizm" olarak belirlendi.
Günümüzdeki
evrimci bilim adamlarının en tanınmışlarından biri olan Amerikalı paleontolog
Stephen Jay Gould, bu gerçeği aşağıdaki sözleriyle kabul eder:
1859
yılında Türlerin Kökeni'nin yayımlanmasından sonra esaret, kolonileşme, ırk
farklılıkları, sınıf mücadelesi ve cinsel roller hakkındaki tartışmalar bilim
bayrağı altında yürütülmeye başlandı.5
Burada
dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta bulunmaktadır: İnsanlık tarihinin her
döneminde savaşlar, barbarlık, acımasızlık, ırkçılık, çatışmalar yaşanmıştır.
Ancak insanlara her zaman için bu fiilerin yanlış olduğunu öğreten ve onları
barışa, adalete ve huzura davet eden İlahi bir din olmuştur. İnsanlar bu İlahi
dinin varlığını bildikleri için, şiddet uyguladıklarında, en azından bunun
yanlış olduğunu kavrayabilecekleri bir kıstasa sahiptirler. Ancak 19. yüzyıldan
itibaren Darwinizm, her türlü çıkar mücadelesini ve adaletsizliği bilim kisvesi
altında meşru göstermiş, tüm bunların insanın doğasında olduğunu, insanın
atalarından kalan vahşi ve saldırgan dürtüler taşıdığını, hayvanlar arasında
nasıl en güçlü ve en saldırgan olan hayatta kalmayı başarıyorsa, aynı
kanunların insanlar için de geçerli olduğunu söylemiştir. Bu düşüncenin
benimsenmesiyle, savaşlar, acılar ve katliamlar dünyanın çok büyük bir bölümünü
etkisi altına almıştır. Darwinizm, dünyaya acı, kan ve baskı getiren tüm
hareketleri desteklemiş, teşvik etmiş, makul ve meşru göstermiş ve bu
uygulamaların tümüne hak vermiştir. Bu sözde bilimsel destek neticesinde tüm bu
tehlikeli ideolojiler katlanarak güçlenmişler ve 20. yüzyıla "acılar
çağı" damgasını vurmuşlardır.
Tarih
profesörü Jacques Barzun, Darwin, Marx,
Wagner isimli kitabında günümüzde dünyanın ahlaki çöküntüsünün bilimsel,
sosyolojik ve kültürel sebeplerinin değerlendirmesini yapmaktadır. Barzun'un
kitabında yer alan şu yorumlar, Darwinizm'in dünya üzerindeki etkisi açısından
dikkat çekicidir:
…1870 ve 1914 yılları arasında her Avrupa ülkesinde silahlanmayı isteyen bir savaş partisi, acımasız bir rekabeti isteyen bireyci bir parti, geri kalmış insanlar üzerinde serbest bir el isteyen emperyalist bir parti, yabancılara karşı içten tasfiyeyi sağlayacak olan sosyalist bir parti vardı… Bu partilerin tümü zaferi kutladıklarında ya da yenildiklerinde hatta daha önce, bilimin tekrar canlanması anlamına gelen Spencer (Sosyal Darwinizm'in kurucusu) ve Darwin'i desteklemişlerdi. Irk biyolojikti, sosyolojikti; Darwinciydi.6
19.
yüzyılda Darwin canlılığın yaratılmadığı, tesadüfen oluştuğu ve insanın
hayvanlarla ortak bir atadan tesadüfler sonucunda meydana gelmiş olan en
gelişmiş organizma olduğu iddiasını ortaya attığında, belki çoğu kimse bu
iddianın sonuçlarını tahmin edememişti. Ancak 20. yüzyılda bu iddianın sonucu
çok acı tecrübelerle yaşandı. İnsanları gelişmiş bir hayvan gibi görenler,
zayıf olanların üzerine basarak yükselmekten, hasta ve zayıf olanları bir
şekilde yok etmekten, farklı ve aşağı gördükleri ırkları ortadan kaldırmak için
katliamlar yapmaktan hiç çekinmediler. Çünkü bilim maskesi takmış teorileri,
onlara bunun "doğanın bir kanunu" olduğunu söylüyordu.
İşte
Darwinizm'in dünyaya getirdiği belalar bu şekilde başladı ve hızlanarak tüm
dünyaya yayıldı. Oysa 19. yüzyılda materyalizmin ve ateizmin, Darwin'den
aldıkları destekle güçlenmesine kadar, insanların büyük bir çoğunluğu tüm
canlıları Allah'ın yarattığına ve insanın diğer canlılardan farklı olarak
Allah'ın yarattığı bir ruha sahip olduğuna inanıyorlardı. Hangi ırktan, hangi
milletten olurlarsa olsunlar, insanlar Allah'ın yarattığı birer kul olarak
görülüyordu. Darwinizm'in getirdiği ve güçlendirdiği dinsizlik ise, rekabetçi
ve acımasız bir dünya görüşünün, ahlaka önem vermeyen, kendisini ve insanları
gelişmiş hayvanlar olarak gören kitlelerin oluşmasına neden oldu. Allah'a karşı
sorumlu olduklarını reddeden insanlar, her türlü bencilliğin meşru görüldüğü
bir kültür meydana getirdiler. Bu kültürün içinden pek çok "izm"
doğdu ve bunlar insanlığa gerçek anlamda birer "bela" oldu.
İlerleyen
sayfalarda, Darwinizm'in meşruiyet kazandırdığı söz konusu ideolojileri, bu
ideolojilerin Darwinizm ile olan yakın ilgilerini ve bu birlikteliğin dünyada
nelere malolduğunu inceleyeceğiz.
Yorumlar
Yorum Gönder