2. BÖLÜM DARWİN’İN IRKÇILIĞI VE SÖMÜRGECİLİK
Darwin'in
yakın arkadaşı olan Prof. Adam Sedgwick, evrim teorisinin gelecekte sebep
olabileceği tehlikeleri görebilen kişilerden biriydi. Türlerin Kökeni'ni okuduğunda, "Bu
kitap toplum tarafından genel bir kabul gördüğü takdirde dünyada daha önce hiç
görülmemiş şekilde insan ırklarında bir soykırım yaşanacaktır"
demişti.7 Gerçekten de zaman, Sedgwick'in endişelenmekte haklı
olduğunu gösterdi. 20. yüzyıl, insanların sırf ırkları veya etnik kökenleri
nedeniyle soykırımlara uğratıldığı kara bir çağ olarak tarihe geçti.
Elbette
etnik ayrımcılık ve buna dayalı olarak yapılan soykırımlar, Darwin'den çok önce
de insanlık tarihinde vardı. Ancak
Darwinizm bu ayrımcılığa sahte bir bilimsel saygınlık ve sahte bir haklılık
kazandırdı.
"Kayırılmış
Irkların Korunması…"
Günümüzdeki
Darwinistlerin çoğu, aslında Darwin'in ırkçı olmadığını, ancak ırkçıların kendi
görüşlerini desteklemek amacıyla Darwin'in fikirlerini taraflı olarak
yorumladıklarını iddia ederler. Türlerin Kökeni kitabının alt başlığında yer
alan "Kayırılmış Irkların Korunması
Yoluyla" ifadesinin ise sadece hayvanlar için kullanıldığını iddia
ederler. Ancak bu iddiaların sahiplerinin göz ardı ettikleri şey, Darwin'in İnsanın Türeyişi isimli kitabında, insan
ırkları için söyledikleridir.
Darwin'in
bu kitapta ortaya koyduğu görüşlere göre, insan ırkları evrimin farklı
basamaklarını temsil ediyordu ve bazı insan ırkları, diğer insanlara göre daha
çok evrimleşmiş ve ilerlemişlerdi. Bazıları ise, neredeyse hala maymunlarla
aynı düzeydeydi.
Darwin,
"yaşam mücadelesi"nin insan ırkları arasında da geçerli olduğunu öne
sürmüştü. "Kayırılmış ırklar" bu mücadelede üstün geliyorlardı. Darwin'e
göre kayırılmış ırklar, Avrupalı beyazlardı. Asyalı ya da Afrikalı ırklar ise,
yaşam mücadelesinde geri kalmışlardı. Darwin daha da ileri giderek, bu ırkların
dünya üzerindeki "yaşam mücadelesi"ni yakın zamanda tamamen
kaybederek yok olacaklarını ileri sürmüştü:
Belki
de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi
ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan
insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın
akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki
Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride
olan babun türü maymunlar kalacaktır.8
Darwin, yine İnsanın Türeyişi isimli kitabının başka bir bölümünde aşağı ırkların yok olmaları gerektiğini ve gelişmiş insanların onları yaşatmak ve korumak için çalışmalarının gereksiz olduğunu iddia etmiş ve bu durumu damızlık hayvan yetiştiricileri ile karşılaştırmıştı:
Yabanıl insanların vücutça ve kafaca
zayıf olanları eleniverir; ve sağ kalanlar, çoğunlukla, gerçekten sağlıklı kimselerdir.
Öte yandan biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için elimizden geleni
yaparız; geri zekalılar, sakatlar ve hastalar için bakımevleri kurarız;
yoksulları koruma yasaları çıkarırız; tıp uzmanlarımız, her hastayı yaşatmak
için en son ana dek bütün ustalıklarını gösterir… Böylece uygarlaşmış
toplumların zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürmektedir. Evcil hayvan yetiştiriciliği
yapmış hiç kimse bunun insan ırkına büyük bir zarar vereceğinden kuşku duymaz.9
Görüldüğü
gibi Darwin İnsanın Türeyişi isimli
kitabında, Avustralya yerlilerini ve zencileri gorillerle aynı seviyede görmüş
ve bu ırkların yok olacaklarını ileri sürmüştü. Diğer "aşağı" gördüğü
ırkların ise çoğalmalarının engellenmesi ve böylece bu ırkların yok edilmeleri
gerektiğini savunmuştu. İşte günümüzde halen kalıntılarına rastladığımız ırkçı
ve ayrımcı uygulamalar, Darwin tarafından bu şekilde onaylanmış ve meşrulaştırılmıştır.
Darwin'in
bu ırkçı fikirlerine göre "medeni insana" düşen görev ise, ileride
detaylarını göreceğimiz gibi, bu evrimsel süreci biraz daha hızlandırmaktı. Bu
durumda zaten yok olacak olan geri kalmış ırkların şimdiden yok edilmelerinin
"bilimsel" açıdan hiçbir sakıncası kalmamıştı!
Darwin'in
ırkçı yönü, birçok yazısında ve tespitlerinde de etkisini göstermiştir.
Örneğin, 1871'de çıktığı uzun gezide gördüğü Tierre del Fuegolu yerlileri
tanımlarken de ırkçı ön yargılarını açıkça ortaya koymuştur. Yerlileri,
"çırılçıplak, boyalara batmış, yabanıl hayvanlar gibi ne yakalayabilirse
yiyen, yönetimsiz, kendi kabileleri dışındakilere karşı acımasız, düşmanlarına
işkenceden zevk alan, kanlı kurbanlar sunan, çocuklarını öldüren, karılarına
köle gibi davranan, ağır batıl inançlarla dolu" canlılar olarak tasvir
etmişti. Oysa aynı bölgeyi, ondan on yıl önce gezen W. P. Snow isimli
araştırmacı, aynı yerlileri "güzel, güçlü, çocuklarına düşkün, bazı özgün
el sanatlarına sahip, bazı eşyalarda özel mülkiyeti tanıyan, en yaşlı birkaç
kadının otoritesini kabul etmiş" insanlar olarak anlatmıştı.10
Bu
örneklerden de anlaşıldığı gibi Darwin tam bir ırkçıydı. Nitekim What Darwin Really Said (Darwin Gerçekte
Ne Söyledi) kitabının yazarı Benjamin Farrington'ın ifadesiyle de, Darwin İnsanın Türeyişi kitabında "insan ırkları arası eşitsizliğin
apaçıklığı" hakkında birçok yorum yapmıştır.11
Ayrıca
Darwin'in teorisinin Allah'ın varlığını inkar ediyor olması, insanın Allah'ın
yarattığı bir varlık olduğu ve her insanın birbirbiriyle eşit olarak
yaratıldığı gerçeğinin de göz ardı edilmesine neden oldu. Bu da ırkçılığın
yükselişini ve dünyada kabul görmesini hızlandıran etkenlerden biriydi.
Amerikalı bilim adamı James Ferguson, yaratılışın reddedilmesinin ırkçılığın
yükselişi ile doğrudan bağlantılı olduğunu şöyle açıklar:
19.
yüzyıl Avrupası'nda gelişen yeni antropoloji, insanın kökeni hakkındaki iki zıt
düşünce ekolünün savaş alanı haline geldi. Bunların daha eski ve köklü olanı,
"tek kökenlilik"ti. Bu görüş, tüm insanoğlunun renk ve özellik farkı
olmadan, doğrudan Adem'in soyundan geldiği ve Allah'ın tek bir fiili ile
yaratıldığı inancına dayanıyordu. Ancak bu dönemde "çok kökenlilik"
olarak bilinen ve dini inanca karşı
koyuştan doğan rakip bir teori (evrim teorisi) gelişti. Çok kökenlilik,
farklı insan ırklarının farklı kökenleri olduğunu savunuyordu.12
Hintli
antropolog Lalita Vidyarthi ise Darwin'in evrim teorisinin, ırkçılığı sosyal
bilimlere nasıl kabul ettirdiğini şöyle açıklar:
Darwin'in ortaya attığı 'en
güçlülerin hayatta kalması' düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden
geçtiğine ve en üst kademenin Beyaz Adam'ın medeniyeti olduğuna inanan sosyal
bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun
bir sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim adamlarının çok
büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsediler.13
Darwin'den
sonra gelen Darwinistler ise, onun ırkçı görüşlerini ispatlama çabası içine
girdiler. Bu uğurda birçok bilimsel çarpıtma ve sahtekarlık yapmaktan ise
çekinmediler. Çünkü bunu ispatladıkları takdirde, kendi üstünlüklerini ve diğer
ırkları ezme, sömürme ve hatta gerektiğinde yok etme "haklarını"
bilimsel olarak ispatlamış olacaklarını düşünüyorlardı.
Stephen
Jay Gould da The Mismeasure of Man
(İnsanın Yanlış Ölçümü) isimli kitabının 3. bölümünde, bazı antropologların,
beyaz ırkın üstünlüğünü kanıtlamak için verileri çarpıttıklarını
belirtmektedir. Gould'un belirttiğine göre, en çok başvurdukları yöntem,
buldukları kafatası fosillerinin beyin hacimleri konusunda çarpıtmalar yapmalarıdır.
Gould kitabında birçok antropoloğun, doğru bir ölçü olmamasına rağmen, beyin
hacmini zeka ile ilintili gösterdiklerini ve buna bağlı olarak, özellikle
Kafkasyalılar'ın beyin hacimlerini abarttıklarını ve zencilerle
Kızılderililerin kafataslarını olduklarından daha küçük gösterdiklerini
anlatmaktadır.14
Gould,
Ever Since Darwin (Darwin'den Bu
Yana) isimli kitabında ise, Darwinistler'in, bazı ırkları aşağı bir tür olarak
göstermek için giriştikleri sapkın iddiaları şöyle açıklar:
Haeckel
(Alman Darwinist) ve çalışma arkadaşları da, Kuzey Avrupalı beyazların ırksal
üstünlüğünü göstermek için rekapitülasyon teorisini (yinelemeli oluşum teorisi)
kullandı. İnsan anatomisi ve davranışına ilişkin bulguları tarayarak,
beyinlerden göbek deliklerine kadar bulabildikleri herşeyi kullandılar. Herbert
Spencer şöyle yazdı: 'İlkellerin zihinsel özellikleri(…) uygarların
çocuklarında görülen özelliklerdir.' Carl Vogt 1864'te aynı şeyi daha güçlü bir
şekilde ifade etti: 'Büyümüş zenci, zihinsel yetiler yönünden çocuğun doğasını
paylaşır. (…) Bazı kabileler kendilerine özgü organizasyonlara sahip devletler
kurmuşlardır. Ama geri kalanlara bakarak, bu ırkın geçmişte ya da günümüzde,
insanlığın ilerleyişine hizmet etmiş ya da korunmaya değecek hiçbir şey
yapmadığını çekinmeden söyleyebiliriz.' Fransız tıbbi anatomi bilgini Etienne
Serres gayet ciddi bir şekilde, siyah erkeklerin ilkel olduğunu çünkü göbek
deliklerinin seviyesinin düşük olduğunu ileri sürmüştü.15
Darwin'in
çağdaşı evrimci Havelock Ellis de 1894'de "Birçok
Afrikalı ırkta çocuklar, Avrupalı çocuklara göre belki biraz daha az zekidir.
Ama Afrikalı büyüdükçe aptallaşır ve bütün toplumsal yaşamı dar görüşlü bir
rutine dönüşür; oysa Avrupalı, canlılığını korur."16
diyerek, üstün ve aşağı ırk ayrımını sözde "bilimsel" bir açıklamayla
desteklemişti.
Fransız
Darwinist antropolog Vacher de Lapouge ise,
Race et Milieu Social: Essais d'Anthroposociologie (Irk ve Sosyal Çevre:
Antropo-sosyoloji Üzerine Denemeler) (Paris 1909) adlı yapıtında beyaz
olmayan sınıfların, uygar yaşama uyum sağlayamamış vahşilerin çocukları ya da
kanı bozulmuş sınıfların soysuz temsilcileri oldukları görüşünü ortaya attı.
Paris'in aşağı ve yukarı sınıflarının mezarlıklarındaki kafataslarını ölçerek
sonuçlar çıkardı. Bu sonuçlara göre; insanlar kafataslarına göre zengin,
kendilerine güvenli, özgürlük eğilimli iken, diğer kısmı tutucu, azla yetinen,
iyi uşak niteliği taşıyan kimseler oluyorlardı; sınıflar toplumsal ayıklanmanın
ürünleriydi; toplumun yüksek sınıfları yüksek ırklarla çakışıyordu; zenginlik
derecesi ile kafatası endeksi orantılı gidiyordu. Lapogue en sonunda bir
kehanette bulundu: "Benim görüşüm odur ki, önümüzdeki yıllarda insanlar
birbirlerini kafatasları yuvarlak ya da sivridir diye boğazlayacaklar"
dedi ve bu kehaneti kitabın ilerleyen sayfalarında detaylarıyla göreceğimiz
gibi doğru çıktı ve 20. yüzyıl ırkçılık nedeniyle yapılan katliamlara tanık
oldu!…
Yalnız
antropologlar değil, entomolojistler (böcek bilimcileri) dahi Darwinizm'in
körüklediği ırkçılık kervanına sapkın iddialarla katıldılar. Örneğin, 1861
yılında, bir İngiliz entomolojisti dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan
insanların bedenlerinden bit toplatıp bunları inceledikten sonra renklerinin ve
büyüklüklerinin farklı oldukları, bir ırkın bitinin bir başka ırkın bedeninde
yaşayamayacağı gibi bugünün bilim düzeyinden bakıldığında tek kelimeyle safsata
olan bir sonuca ulaşmıştı.17 Bilim adamı sıfatlı kişiler bile böyle
açıklamalar yaptıktan sonra, bazı dogmatik ırkçıların "zencilerin bitleri
dahi zenci" gibi akıl ve mantık dışı, hiçbir anlamı olmayan sloganlar
kullanmaları pek yadırganmadı.
Özetle,
Darwin'in teorisinin ırkçı yönü 19. yüzyılın ikinci yarısında kendine çok
elverişli bir zemin buldu. Çünkü o dönemde Avrupalı "beyaz adam", tam
da böyle bir teorinin kendi suçlarını meşrulaştırmasını bekliyordu.
İngiliz
Sömürgeciliği ve Darwinizm
Darwin'in
ırkçı görüşlerinden en çok çıkar sağlayan ülke, Darwin'in kendi vatanı
İngiltere oldu. Darwin, teorisini ortaya attığı yıllarda, İngiltere dünyanın
bir numaralı sömürge imparatorluğunu kurmuş durumdaydı. Hindistan'dan Latin
Amerika'ya kadar uzanan dev bir coğrafyanın tüm doğal kaynakları, İngiliz
İmparatorluğu tarafından sömürülüyordu. "Beyaz adam", kendi çıkarı
için dünyayı yağmalıyordu.
Ama
elbette başta İngiltere olmak üzere sömürgeci ülkelerin hiçbiri
"yağmacı" olarak görülmek ve tarihe öyle yazılmak istemiyorlardı. Bu
nedenle yaptıkları işi haklı gibi gösterecek bir açıklama arıyorlardı. Bu
açıklama, sömürülen insanları "ilkel insanlar", hatta "hayvanımsı
canlılar" gibi gösterebilmekti. Böylece katledilenler veya insanlık dışı
muameleye maruz bırakılanlar, insan değil, yarı insan yarı hayvan canlılar
olarak görülebilecek ve onlara karşı yapılanlar bir suç teşkil etmeyecekti.
Aslında
bu arayış yeni değildi; dünya üzerinde sömürgeciliğin ilk yayılış dönemi olan
15 ve 16. yüzyıllara kadar dayanıyordu. Bazı ırkların yarı hayvan özelliği
gösterdiğiyle ilgili iddialar, ilk olarak Christopher Columbus'un Amerika yolculuklarında ortaya atılmıştı. Bu
iddialara göre, Amerikalı yerliler gerçek birer insan değil, gelişmiş bir
hayvan türüydü. Bu nedenle de İspanyol sömürgecilerin hizmetine
koşulabilirlerdi.
Her
ne kadar Amerika'nın keşfi hakkında çevrilen filmlerde Columbus'un yerlilere
karşı çok insancıl ve sıcak bir yaklaşımı olduğu imajı verilse de, gerçekte
Columbus yerlileri insan olarak görmüyordu.18
Christopher
Columbus, büyük bir katliamı ilk başlatan kişi oldu. Keşfettiği yerlerde
İspanyol kolonileri oluşturan Columbus yerlileri köleleştirdi ve ilk olarak
köle ticaretini başlattı. Columbus'un yerlilere uyguladığı baskı ve sömürü
politikasını, onu izleyen İspanyol "fatihleri" devam ettirdiler;
yapılan katliamlar çok ileri boyutlara ulaştı. Örneğin, Columbus ilk geldiğinde
nüfusu 200 bin olan bir adada 20 yıl geçmeden sadece 50 bin, 1540 yılında ise
sadece bin kişi kalmıştı. İspanyol fatihlerinin en ünlüsü Fernando Cortés ise
1519 Şubat'ında Meksika'ya ayak bastığında toplam Kızılderili nüfusu 25
milyonken, 1605 yılında 1 milyona inmişti. Hispaniola adasında 1492'de 7-8
milyon olan nüfus 1496'da 4 milyon, 1570 yılında ise sadece 125 kişiye düştü.
Tarihçilerin verdikleri rakamlara göre, Columbus'un kıtaya ayak basmasından
sonraki bir yüzyıldan daha az bir süre içinde 95 milyon yerli sömürgeciler
tarafından katledildi. Columbus, Amerika'yı keşfettiğinde kıtada 30 milyon
Kızılderili yaşıyordu. O zamandan bugüne gerçekleşen katliamlar neticesinde ise
2 milyon nüfuslu kayıp bir ırk haline geldiler.
Bu
katliamların bu kadar acımasız boyutlara ulaşmasının nedeni, Kızılderililerin
insan olarak görülmemeleri, hayvan olarak kabul edilmeleriydi.
Ancak
sömürgecilerin bu iddiaları fazla taraftar toplamadı. Çünkü o dönemde
Avrupa'da, tüm insanları Allah'ın eşit olarak yarattığı ve hepsinin tek bir
atadan, Hz. Adem'den geldikleri gerçeği yaygın bir kabul görüyordu. Hatta
Katolik Kilisesi, bu yağmacı istilacılara karşı kesin bir tavır koymuştu. Bunun
en bilinen örneklerinden biri Chiapas psikoposu Bartolome de Las Casas'ın,
Columbus ile birlikte Yeni Dünya'ya ayak basan kolonicilerin "yerliler bir
tür hayvandır" iddiasına karşılık, yerlilerin "gerçek birer
insan" olduklarını söyleyerek verdiği yanıttır. 1537 yılında ise Papa III.
Paul yayınladığı bir fermanda yerlilere yapılan vahşi muameleyi lanetlemiş,
Kızılderililerin iman etme yeteneğine sahip gerçek insanlar olduklarını
açıklamıştır.19
Oysa 19. yüzyıla gelindiğinde durum değişti. Materyalist felsefenin yayılmasıyla ve toplumların dinden uzaklaşmasıyla birlikte, insanları Allah'ın yarattığı gerçeği de göz ardı edilmeye başlandı. Bu, önceki sayfalarda da değinildiği gibi aynı zamanda ırkçılığın da yükselişi idi.
Darwinist-materyalist
felsefenin 19. yüzyılda yükselmesiyle, ırkçılık da güçlenmişti ve bu da
Avrupa'nın emperyalist düzenine büyük bir destek sağlamış oluyordu.
Oxford,
Stanford, Harvard gibi üniversitelerde yıllarca tarih profesörlüğü yapmış olan
James Joll, halen üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan "Europe
Since 1870" (1870'den Bu Yana Avrupa) isimli kaynak kitabında, Darwinizm
ile emperyalizm ve ırkçılık arasındaki ideolojik ilişkiyi şöyle anlatır:
Emperyalizm
kavramına ilham veren fikirlerin en önemlisi, "Sosyal Darwinizm"
başlığı altında sınıflandırılabilecek olanlardır. Bu fikirler; devletler
arasındaki ilişkiyi daimi bir mücadele olarak kabul eder. Bu mücadelede bazı
ırklar diğerlerine göre "üstün" sayılmış ve bir evrimsel süreç içinde
güçlülerin kendilerini sürekli ortaya koymaları gerektiği kabul edilmiştir.
İngiliz
doğabilimci Charles Darwin, 1859'da yayınlanan Türlerin Kökeni onu 1871'de
takip eden İnsanın Türeyişi adlı kitaplarıyla büyük bir tartışma başlatmış ve
Avrupa düşüncesinin farklı dallarını aynı anda etkilemiştir… Darwin'in
fikirleri, ve onun İngiliz felsefeci Herbert Spencer gibi bazı çağdaşlarının
düşünceleri, çok hızlı bir biçimde bilim dışındaki alanlara da uygulanmıştır…
Darwinizm'in toplumsal gelişmeye en çok uygulanabilir olan yönü ise, dünyada
doğal kaynakların besleyemeyeceği bir nufüs fazlası bulunduğu ve bunun her
zaman güçlülerin veya "uygunların" galip çıkacağı daimi bir yaşam
mücadelesi gerektiği yönündeki inançtır. Bazı sosyal bilimciler için, bu
noktadan hareketle, en "uygun"
kavramına ahlaki bir mana katmak ve dolayısıyla yaşam mücadelesinde
üstün gelen türlerin veya ırkların ahlaken üstün olduklarını savunmak çok kolay
olmuştur.
Dolayısıyla
doğal seleksiyon doktrini, kolaylıkla Fransız yazar Arthur Gobineau tarafından
geliştirilen bir başka fikir ekolüyle de birleşmiştir. Gobineau, 1853 yılında
İnsan "Irklarının Eşitsizliği Üzerine Bir Makale" adlı çalışmayı
yayınlayan kişidir. Gobineau gelişmedeki en önemli etkenin ırk olduğunu
savunmuş ve diğerlerine üstünlük sağlayan ırkların, kendi ırksal saflıklarını
en iyi koruyabilenler olduğunu ileri sürmüştür. Gobineau'ya göre, tarihteki bu
yaşam mücadelesinde en üstün gelen ırk, Aryan ırkı olmuştur…
Bu
fikirleri bir aşama daha ileri götüren kişi ise, İngiliz yazar Houston Stewart
Chamberlain'dir… Hitler yazara (Chamberlain'e) o kadar hayranlık beslemiştir
ki, onu 1927 yılında ölüm döşeğinde ziyarete gelmiştir.20
Görüldüğü
gibi Darwin'den ırkçı düşünürlere, emperyalistlere ve oradan da Hitler'e kadar
uzanan bir ideolojik zincir vardır. Darwinizm, hem 19. yüzyılda dünyayı kana
bulayan emperyalizmin hem de 20. yüzyılda aynı işi gerçekleştiren Nazizm'in
ideolojik temelidir.
Kraliçe
Victoria'nın adıyla anılan Viktorya Dönemi İngilteresi, aradığı sözde bilimsel
zemini Darwinizm'de bulmuştu.
İngiltere
sömürgecilikten büyük bir kazanç sağlıyordu ve sömürgelerinde yaşayan insanları
kendi menfaatleri için belalara uğratmaktan çekinmiyordu. İngiliz
emperyalizminin bu kirli siyasetinin örneklerinden biri Çin'e karşı açılan
"Afyon Savaşları" oldu. İngiltere, Hindistan'da yetiştirdiği afyonu
19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Çin'e kaçak olarak sokmaya başladı. Dış
ticaretindeki açığı kapatmak için yaptığı bu afyon kaçakçılığına giderek hız
verdi. Uyuşturucunun ülkeye sızması ise bir yandan Çin devletinin kendi
toprakları üzerindeki otoritesini derinden sarsmıştı. Toplumdaki yozlaşma kısa
sürede ciddi boyutlara ulaştı. Çin hükümetinin uzun süre tereddüt ettikten
sonra çıkarmak zorunda kaldığı afyon yasağı, ilk Afyon Savaşı'na (1838-1842)
yol açtı. Bu savaş ülkeyi kesin olarak yıkıma sürükledi. Çin, yabancı güçlerle
her karşı karşıya gelişinde ordusunun yetersizliği yüzünden boyun eğmek ve
onların giderek artan isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Batılılar 1842
yılından itibaren yavaş yavaş Çin toprakları içinde gerçek nüfuz bölgeleri
edindiler; Çinlilerin elinden büyük liman mahallelerini (imtiyazlar) aldılar,
tarlaları kiraladılar ve ülkenin kendilerine en çok yarar sağlayacak şekilde
dışarı açılmasını şart koştular. Tüm bunların sonucunda ülkede yaşanan sefalet,
hükümetin zaafiyeti ve Çin topraklarının yavaş yavaş elden gidiyor olması
birçok ayaklanmaya yol açtı.
Çin'de
yaşananlar, İngiltere'nin politikasının sonuçlarından sadece biriydi. 19.
yüzyıl boyunca Güney Afrika, Hindistan, Avustralya gibi coğrafyalarda İngiliz
emperyalizminin sömürüsü en acı boyutlarıyla yaşandı.
İngiltere'nin
bu sömürü düzenini meşrulaştırmak, haklı gibi göstermek işi ise, bazı İngiliz
sosyal bilimcilerine ve bilim adamlarına düşmüştü. İşte Charles Darwin,
bunların en önemlisi ve etkilisi oldu. Evrim sürecinde "ileri ırklar"
olduğunu öne süren, bunların "beyaz ırk" olduğunu iddia eden ve
beyazların diğerlerini sömürmesini "doğa kanunu" olarak gösteren
Darwindir.
Darwin'in
sömürgeci ırkçılığa kazandırdığı bu meşruiyet nedeniyle, İsviçre Federal
Teknoloji Enstitüsü Yerbilimleri Bölüm Başkanı ünlü Çin kökenli bilim adamı
Kenneth J. Hsu, Darwin'i "Victoria Dönemi İngilteresi için ideal bir bilim
adamı, Çin'e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal eden, bunu da serbest
ticaret ve 'en güçlülerin hayatta
kalması' kuralına dayandıran ülkenin bilimsel dayanağı" şeklinde tarif
eder.21
Darwin'in Türk
Düşmanlığı
İngiliz
sömürgeciliğinin 19. yüzyılın sonlarında kendisine seçtiği en önemli hedef,
Osmanlı İmparatorluğu'ydu.
Osmanlı
Devleti, o dönemde Yemen'den Bosna-Hersek'e kadar uzanan dev bir coğrafyanın
hakimiydi. Ancak asırlardır barış, huzur ve istikrar içinde yönettiği bu
coğrafyayı kontrol etmekte zorlanıyordu. Hıristiyan azınlıklar bağımsızlık
amacıyla ayaklanıyor, Rusya gibi büyük askeri güçler de Osmanlı'yı tehdit
ediyordu.
Osmanlı'yı
tehdit eden güçler arasına, yüzyılın son çeyreğinde İngiltere ve Fransa da
katıldı. Özellikle İngiltere, Osmanlı'nın güney eyaletlerine göz dikti. 1878'de
imzalanan Berlin Anlaşması, Avrupa'nın sömürgeci güçlerinin Osmanlı'yı paylaşma
kararlarının bir ifadesiydi. Beş yıl sonra, 1882'de, İngiltere bir Osmanlı
toprağı olan Mısır'ı işgal etti. İngiliz sömürgeciliği, daha sonra da
Osmanlı'nın Ortadoğu'daki eyaletlerini ele geçirme planlarına girişti.
İngiltere
bu emperyalist politikalarını her zaman olduğu gibi ırkçılığa dayandırıyordu.
İngiliz hükümeti kasıtlı olarak Osmanlı'yı ve özellikle Osmanlı'nın asli unsuru
olan Türk milletini sözde "geri" bir millet olarak göstermeye
çalışıyordu.
İngiliz
Başbakanı William Ewart Gladstone, açıkça "Türkler insanlığın insan
olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri
sürmeli veya Anadolu'da yok etmeliyiz" diyordu.22
Bu
ve benzeri sözler, İngiliz hükümeti tarafından on yıllar boyunca Osmanlı'ya
yönelik bir propaganda malzemesi olarak kullanıldı. İngiltere, Türk Milletini,
Avrupalı ileri ırklara boyun eğmesi gereken sözde geri bir ırk olarak göstermeye
çalıştı.
Bu
propagandanın sözde bilimsel dayanağı ise Charles Darwin'di!...
Darwin'in
Türk Milleti hakkındaki yorumları, 1888 yılında yayınlanan The Life and Letters of Charles Darwin (Charles Darwin'in Hayatı ve
Mektupları) adlı kitapta yer alıyordu. Darwin, doğal seleksiyon sonucunda sözde
"geri ırklar"ın elenerek medeniyetin gelişmesine katkıda bulunduğunu
öne sürüyor ve sonra da Türk Milleti hakkında aynen şunları söylüyordu:
Doğal
seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden
daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün
ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler
tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında
kalmıştı, ama artık bugün Avrupa'nın Türkler
tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor.
Avrupa
ırkları olarak bilinen medeni ırklar,
yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın
çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun
medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini (yok edileceğini)
görüyorum.23
Darwin'in
bu hezeyanı, İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkma politikasına destek
vermek için yazılmış bir propaganda malzemesiydi. Nitekim bu propaganda
malzemesi etkili oldu. Darwin'in "Türk Milleti yakında yok olacaktır; bu
evrimin kanunudur" anlamına gelen sözü, İngilizlerin Türk düşmanı
propaganda kampanyalarına sözde bilimsel bir destek verdi.
İngiltere'nin
Darwin'in kehanetini gerçekleştirme hevesi, asıl olarak I. Dünya Savaşı'nda
hayata geçti. 1914'de başlayan bu büyük savaş, bir yanda Almanya ve
Avusturya-Macaristan, diğer yanda ise İngiltere-Fransa-Rusya ittifaklarının
arasındaki çıkar çatışmalarından doğmuştu. Ancak savaşın içindeki en önemli
hesaplardan biri, Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkma ve paylaşma hedefiydi.
İngiltere,
iki ayrı yönden Osmanlı İmparatorluğu'na saldırdı. Birinci yön, Osmanlı'nın
Ortadoğu'daki topraklarını ele geçirmek amacıyla açılan Kanal, Filistin ve Irak
cepheleriydi. İkinci yön ise, I. Dünya Savaşı'nın en kanlı muharebelerinden
birinin yaşandığı Çanakkale cephesi oldu. Çanakkale'deki Türk ordusu,
İngilizlerin başını çektiği düşman kuvvetlerine direnmek için 250 bin şehit
vererek kahramanca çarpıştı. İngilizler ise, sözde "aşağı ırk" olarak
gördükleri Türklere karşı savaşmak üzere, kendi askerlerinden çok, Hintli
askerleri ya da Avustralya, Yeni Zelanda gibi sömürgelerinden devşirdikleri
Anzak birliklerini göndermişlerdi.
Darwin'in
Türk düşmanlığının yankıları, I. Dünya Savaşı'nın ardından da devam etti. Bugün
Avrupa'daki soydaşlarımıza karşı haince saldırılar düzenleyen Avrupalı neo-Nazi
grupları, hala Darwin'in Türk Milleti hakkındaki hezeyanlarından ilham
alıyorlar. Bu Türk düşmanı ırkçı grupların internet sayfalarında, Darwin'in
Türkler hakkındaki sözleri yer alıyor. (Bkz. Hitler ve Darwin'in Kanlı İttifakı
bölümü)
Amerika'da
Irkçılık ve Sosyal Darwinizm
Sosyal
Darwinizm sadece İngiltere'deki değil, dünyanın diğer ülkelerindeki
emperyalistlere ve ırkçılara dayanak sağlıyordu. Bu nedenle tüm dünyada hızla
yayıldı. Teoriyi benimseyenlerin başında, ABD Başkanı Theodore Roosevelt
geliyordu. Roosevelt, Kızılderililere karşı "tehcir" (bir yerden
zorla göç ettirmek, sürmek) adı altında uygulanan etnik temizlik programının en
önde gelen uygulayıcı ve savunucusuydu. The Winning
of The West (Batının Zaferi) adlı kitabında katliamın ideolojisini kurarak,
Kızılderilileri ortadan kaldıracak ırksal bir savaşın kaçınılmaz olduğunu
anlatmıştı. En büyük dayanağı ise kendisine yerlileri ilkel bir tür olarak
tanımlama imkanını veren Darwinizm'di.24
Roosevelt'in
öngördüğü gibi Kızılderililerle yapılan anlaşmaların hiçbirine sadık kalınmadı
ve buna da "ilkel ırk" safsatası ile sahte bir meşruiyet sağlandı.
Kongre, Kızılderililerle yapılan tüm anlaşmaları 1871 yılında bir kenara atmış
ve onları içinde ölümü bekleyecekleri ölü topraklara sürmeye karar vermişti.
Karşı taraf insan olarak algılanmadıktan sonra onlarla yapılan anlaşmaların
nasıl bir değeri olabilirdi?…
Roosevelt
ayrıca İngilizce konuşan insanların (Anglo Saxonların) tüm insan ırklarının en
ilerisi olduklarını öne sürmüş ve Anglo Saxonlar ile diğer ırklar arasında
kaçınılmaz bir savaş olacağını öngörmüştü.25
Anglo
Saxon ırkçılığının önde gelen savunucularından Amerikalı evrimci Protestan
Rahip Josiah Strong da aynı mantıkları kullanıyordu. Bir keresinde şöyle
yazmıştı:
Dünya
nüfusunun ırkların son mücadelesini zorunlu kılacağı zaman yaklaşıyor. Birleşik
Devletler de doğal olarak, kendi kurumlarını insanlığın geri kalan bölümüne
empoze edecek güce sahip olmalıdır. Kimse kuşku duyamaz ki, ırklar arasında bu çatışma, en güçlülerin
ayakta kalması ile sonuçlanacaktır.26
Sosyal
Darwinizm'i kullanarak kendilerine meşruiyet sağlamaya çalışan ırkçıların
arasında zenci düşmanları başta geliyordu. İnsan ırklarını derecelere ayıran ve
en üstününü beyaz ırk olarak tanımlarken, en ilkelini de siyah olarak gösteren
bu ırkçı teoriler evrim kuramına dört elle sarıldılar.27
Evrimci
ırkçı teorisyenlerin başında gelen Henry Fairfield Osborn, "İnsan
Irklarının Evrimi" başlıklı bir makalesinde "ortalama bir zencinin
zeka yaşı, Homo Sapiens (günümüz insanı) türüne ait on bir yaşındaki bir
çoçuğun zekasına ancak ulaşabilir" diye yazıyordu.28
Bu
mantığa göre zenciler insan bile sayılmıyorlardı. Evrimci ırkçı düşüncenin en
bilinen savunucularından bir diğeri olan Carletoun Coon ise 1962'de yayınladığı
Origins of Races (Irkların Kökeni)
adlı kitabında, siyah ırkla beyaz ırkın henüz Homo erectus döneminde
birbirinden ayrılmış iki ayrı tür olduğunu öne sürüyordu. Coon'a göre beyazlar
bu ayrışmadan sonra evrimsel olarak öne geçmişlerdi. İşte ABD'de zencilere
karşı ayrımcılığı savunanlar, uzun süre bu sözde bilimsel açıklamayı
kullandılar.
Kendilerini
destekleyen bilimsel bir teorinin varlığı, Amerika'da ırkçılığı hızla
tırmandırdı. Irk ayrımına karşı olmasıyla tanınan W. E. Dubois, 20. yüzyıl
Amerikan ırkçılığını şöyle tanımlar:
20.
yüzyılın başlıca sorunu renk ayrımı sorunudur. Yeryüzünün en büyük demokrasisi
olmayı isteyen ve bazı açılardan da bunu başarmış olan bir ülkede ırkçılık
sorununun bu derece yaygın biçimde ortaya çıkmış olması onun paradokslarının en
önemsizi değildir. Köleliğin kaldırılması siyah ve beyaz halk arasında
kardeşliğin kurulmasına yetmemiş, kısa süre içinde tesis edilen resmi
ayrımcılık günümüzde hala çıkış yolları aranan hukuki ve fiili bir durum haline
dönüşmüştür.29
"Jim
Crow Yasaları" adıyla tanınan ilk ırk ayrımcı yasaların ortaya çıkması da
bu döneme rastlar. (Jim Crow, aşağılamak amacıyla beyazlar tarafından siyahlara
takılan isimlerden biriydi). Zencilere, kesinlikle insan gibi davranılmıyor,
her yerde aşağılanarak hor görülüyorlardı; üstelik bu ırkçı tavır birkaç
kişinin tavrı değil, Amerikan devletinin yasalar ile bizzat belirlediği bir
tavırdı. Demiryolları ve tramvaylarda ırk ayrımını benimseyen ilk yasa 1875'de
Tenessee'de kabul edildikten hemen sonra, tüm Güney eyaletlerinde birden
demiryollarında ırk ayrımı uygulamasına gidildi. Her yere "Sadece Beyazlar
İçin" ve "Siyahlar" tabelaları asıldı. Aslında bunların hepsi
mevcut durumun resmiyet kazanması anlamına geliyordu. Farklı ırklardan olanlar
arasında evlilik yasaklandı. Yasalara göre ayrım hastanelerde, cezaevlerinde,
mezarlıklarda zorunluydu. Uygulamada ise bu, otelleri, tiyatroları,
kütüphaneleri ve hatta asansör ve kiliseleri de kapsıyordu. Ayrımın en ağır biçimde
hissedildiği alan ise okullardı. Çünkü bu, siyahların aleyhine en ağır
sonuçları veren uygulamaydı ve onların kültürel gelişiminin önündeki en büyük
engeldi.
Irk
ayrımı uygulamalarına yaygın bir şiddet dalgası eşlik etti. Linç edilen
siyahların sayısında hızlı bir artış oldu. 1890-1901 yılları arasında 1300'ü
aşkın siyah linç edildi. Bu uygulamaların sonucunda birçok eyalette siyahların
ayaklanmaları başladı.
Bu
sürece ırkçı düşünce ve teoriler eşlik etti. Amerikan biyolojik ırkçılığı da
kısa bir süre sonra kendini R. B. Bean'in kafatası ölçümü yoluyla vardığı
sonuçlarla ifade edecek ve yeni kıta halkını denetim dışı bir göç dalgasından
koruma bahanesi altında, özel türde bir Amerikan ırkçılığı ortaya çıkacaktı. The Passing of the Great Race (Üstün Irkın
Sona Ermesi) kitabının yazarı (1916) Madison Grant; "iki ırkın
karışmasının aşağı türden ilkel bir ırkın ortaya çıkmasına yol açacağını"
yazdı ve ırklar arası evliliklerin yasaklanmasını istedi.30
Irkçılık,
Amerika'da olduğu gibi tüm dünyada da Darwin'den önce vardı. Ancak, daha önce
de belirtildiği gibi, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Darwinizm, ırkçı
görüş ve uygulamalara göstermelik bir destek sağladı. Örneğin, bu bölümde de
yer verildiği gibi ırkçılar görüşlerini ifade ederlerken Darwinizm'in iddialarını
slogan gibi kullandılar. Darwin'den önce acımasızlık olarak görülen fikirler,
Darwin'den sonra doğa kanunu olarak kabul edilmeye başlandı.
Darwinist
Irkçıların İnsanlık Dışı Uygulamaları Aborijin Soykırımı
Avustralya'nın
yerli halkı "Aborijinler" olarak bilinir. Kıtada binlerce yıldır
yaşamakta olan bu insanlar, Avrupalı göçmenlerin ülkede yayılmasıyla birlikte
tarihin en büyük soykırımlarından birine maruz kaldılar. Bu soykırımın
ideolojik temeli ise, Darwinizm'di.
Darwinist ideologların Aborijinler hakkındaki görüşleri, bu insanların
maruz kaldıkları vahşetin teorisini oluşturdu.
Londra basılan Antropological Review'den evrimci antropolog Max Muller, 1870'de insan ırkını yedi kategoriye ayırmıştı; Aborijinler en altta yer alıyordu ve Avrupalı beyazların soyu olan Aryan ırkı en üst sırada idi. Ünlü bir sosyal Darwinist olan H. K. Rusden ise Aborijinler hakkında 1876 yılında şöyle bir açıklamada bulundu:
En
uygunların yaşaması, kuvvetin haklı olduğu anlamına gelir. Bu nedenle aşağı ırk
olan Avustralyalıları ve Maori ırkını yok ederken acımasız ve değişmeyen doğal
seleksiyon kanunlarını yerine getiririz… ve mirasını soğuk kanlılıkla kabul
ederiz.31
Tazmanya
Royal Society'nin başkanı olan James Barnard ise 1890'da; "yok etme işlemi
evrim ve en uygunların yaşama kanununun bir aksiyonudur" dedi ve "bu
nedenle Avustralyalı Aborijinleri öldürme konusunda suçlamayı hak eden herhangi
bir sebep yoktur" diye devam etti.32
Darwin'in
beslediği bu ırkçı, acımasız ve vahşi görüşler sonucunda, Aborijinleri yok etmeye
yönelik korkunç bir katliam başlatıldı. Aborijinler öldürüldükten sonra,
kafatasları istasyon benzeri yerlerin kapılarına asıldı. Aborijin ailelerine
zehirli ekmek verilerek öldürüldüler. Avustralya'nın birçok yerindeki Aborijin
yerleşim birimleri 50 yıl içinde vahşi bir biçimde ortadan kalktı.33
Aborijinlere
yönelik uygulamalar, katliamlarla da bitmedi. Bu ırka mensup pek çok insan,
denek hayvanı muamelesi gördü. Washington D.C.'deki Smithsonian Enstitüsü
çeşitli ırklardan 15.000 kişinin kalıntılarını elinde tutuyordu. Hayvandan
insana geçişte "kayıp halka"yı oluşturup oluşturmadıklarını
gözlemlemek amacıyla ise 10.000 Avustralya Aborijin yerlisi gemiyle British
Museum'a götürüldü.
Müzeler
sadece kemiklere ilgi duymakla kalmamış, aynı zamanda Aborijinlere ait
beyinleri saklayarak yüksek fiyata satmışlardı. Ayrıca örnek (numune) olarak
kullanılmak amacıyla Avustralya Aborijinlerinin öldürüldüklerine dair kanıtlar
da vardır. Aşağıda verilen bilgiler, bu acımasızlığın göstergeleridir:
*
"1866'da Bowen, Queensland'ın Belediye Başkanı olan Korah Wills, bilimsel
bir numune edinmek amacıyla, 1865 yılında yerli kabile üyesini nasıl
parçalayarak öldürdüğünü açık bir şekilde, çizimlerle anlatmıştı.
*
Sidney'deki Avustralya Müzesi'nin müdürü Edward Ramsey (1874-1894),
Aborijinler'i "Avustralya hayvanları" olarak adlandırdığı bir müze
kitapçığı yayınladı. Kitapçıkta aynı zamanda henüz öldürülmüş örneklerin
cesetlerinin nasıl çalınacağı ve kurşun yaralarının nasıl tıkanacağı konusunda
da talimatlar yer alıyordu.
*
Alman evrimci Amalie Dietrich (takma adı Kara Ölüm Meleği'dir) Avustralya'ya
gelmiş ve Aborijinleri öldürüp derilerinin içini doldurarak saklamak için izin
istemişti. Kısa süre içinde de amacına ulaşmıştı.
*
Yeni bir Güney Galler misyoneri, Aborijin erkekleri, kadınları ve çocuklarından
oluşan bir grubun atlı polis tarafından katledilişine tanık olarak dehşete
düşmüştü. Ardından da 45 kafatası kaynatılmış ve aralarından en iyi 10 kafatası
denizaşırı ülkelere gönderildi.34
Aborijinlere
uygulanan soykırım 20. yüzyılda da devam etti. Bu soykırımın yöntemleri
arasında, Aborijin çocuklarının ailelerinden zorla koparılması da vardı. Philadelphia Daily News gazetesinin 28
Nisan 1997 tarihli sayısında, Alan Thornhill tarafından hazırlanan haberde,
Aborijinlere karşı kullanılan bu yöntem şu şekilde anlatılmıştı:
ABORIGINE
FAMILIES RECEUNT SEIZURES
(Aborijin
Aileleri Kaçırılmaların Hesabını Soruyor)
Associated
Press-Avustralya'nın terk edilmiş Kuzeybatı çöllerinde yaşayan Aborijinler,
çocuklarının devletin sağlık yetkilileri tarafından alınmaması için, açık renk
derili olanları kömür ile boyuyorlardı.
Kaçırılan
çocuklardan biri yıllar sonra şöyle diyordu: "Yetkililer buldukları anda
sizi alıp götürüyorlardı, halkımız bizi saklıyor, kömürle derilerimizi
boyuyorlardı."
Çocukken
kaçırılmış bir işçi; "Moola Bulla'ya götürüldüğümde sadece 5 ya da 6
yaşındaydım."
Onun
hikayesi, "çalınan nesil" ile ilgili soruşturma başlatan Avustralya
İnsan Hakları ve Eşit Fırsatlar Komisyonu tarafından dinlenen binlerce ifadeden
yalnızca birisiydi. 1910 yılından 1970'lere kadar Aborijin ailelerden 100.000
kadar çocuk kaçırılmıştı... Açık tenli Aborijin çocuklar ailelerinden
kaçırılarak, evlatlık olarak beyaz ailelere veriliyordu. Kara derili olanlar
öksüzler yurduna yerleştiriliyordu.
Görüldüğü
gibi yapılan insanlık dışı muameleler, katliamlar, acımasızlıklar, vahşet ve
soykırım, hep Darwinizm'in "doğal seleksiyon", "yaşam
mücadelesi", "güçlü olanın elenmesi" tezleriyle
meşrulaştırılıyordu.
Aborijin
yerlilerinin yaşadıkları tüm bu korkunç olaylar ise, Darwinizm'in dünyaya
getirdiği belaların yalnızca küçük bir bölümünü oluşturuyordu.
Ota Benga
Darwin
İnsanın Türeyişi adlı kitabıyla,
insanın maymunlarla ortak bir atadan evrimleştiğini iddia ettikten sonra, bu
senaryoyu destekleyecek fosil arayışı başladı. Ancak bazı evrimciler "yarı
maymun-yarı insan" canlıların sadece fosil kayıtlarında değil, dünyanın
farklı bölgelerinde canlı olarak da bulunabileceğine inanıyorlardı. 20.
yüzyılın başlarında bu "canlı ara geçiş formu" arayışları bazı vahşetlere
neden oldu. Bu vahşetlerden biri, Ota Benga adlı pigmenin hikayesiydi.
Ota
Benga, 1904 yılında Samuel Verner adlı evrimci bir araştırmacı tarafından
Kongo'da yakalanmıştı. Adı, kendi dilinde "dost" anlamına gelen
yerli, evli ve iki çocuk babasıydı. Ama bir hayvan gibi zincirlendi, kafese
kondu ve ABD'ye götürüldü. Buradaki evrimci bilim adamları, St. Louis Dünya
Fuarı'nda onu çeşitli maymun türleriyle birlikte kafese koyarak "insana en
yakın ara geçiş formu" olarak teşhir ettiler. İki yıl sonra ise New
York'taki Bronx Hayvanat Bahçesi'ne götürdüler ve birkaç şempanze, Dinah adı
verilen bir goril ve Dohung adı verilen bir orangutan ile birlikte
"insanın eski ataları" adı altında sergilediler. Hayvanat bahçesinin
evrimci müdürü Dr. William T. Hornaday, bu nadide "ara geçiş formu"na
sahip olmanın kendisine verdiği gurur hakkında uzun konuşmalar yapmış,
ziyaretçiler de kafese konan Ota Benga'ya sıradan bir hayvan gibi
davranmışlardı. New York Times
gazetesinin o dönemde yayınlanan bir nüshasında ziyaretçilerin tavrı şöyle
aktarılıyordu:
...
parkta 40.000 ziyaretçi vardı. Bu kalabalıktaki hemen hemen her erkek, her
kadın ve her çocuk parktaki Afrikalı vahşi adamı görmek için maymun kafesini
ziyaret ediyordu. Uluyarak, alay ederek, bağırıp çağırarak pigmeyi rahatsız
ediyorlardı...35
New York Journal gazetesinin, 17 Eylül
1906 tarihli nüshasında ise, bu uygulamanın evrimi kanıtlamak için yapıldığı,
ancak büyük bir haksızlık ve zulüm olduğu şöyle vurgulanıyordu:
…
Bu insanlar düşüncesizce ve akılsızca bir maymun kafesinin içerisinde
Afrika'dan getirilen küçük bir insan cücesini sergilemişlerdi.
Onların düşüncesi muhtemelen
evrimdeki bazı derin dersleri insanlara öğretmekti. Aslında başarılan tek sonuç, bu
ülkenin beyazlarından, en azından sempati ve nezaketi hak eden Afrika ırkının
vahşet gösterilerine maruz kalması, ardından da hor görülmesidir.
Aynı
güç tarafından yaratılan, hepimizi aynı yere yerleştiren, aynı hisleri ve aynı
ruhu lütfeden Allah'a karşı fiziksel eksikliği olan bir insanı maymunlarla bir
kafese kapatmak ve bunu alay konusu edinmek çok ayıp ve iğrençtir...36
New York Times gazetesi de, evrimi
kanıtlama amacıyla Ota Benga'nın hayvanat bahçesinde sergilendiği konusuna yer
verdi. Hayvanat bahçesinin, Darwinist müdürünün yaptığı savunma ise son derece
vicdansızcaydı:
Geçen
hafta New York hayvanat bahçesinde, aynı kafeste bir Afrikalı pigmeyle bir
orangutanın sergilenmesi çok fazla eleştirinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Bazı kişiler zenciler ve maymunlar
arasındaki yakın bir akrabalığı göstermek için bunun müdür Hornaday tarafından
gerçekleştirilen bir teşebbüs olduğunu deklare ettiler. Dr. Hornaday bunu
inkar etti. ''Eğer bu küçük adam bir kafesin içerisindeyse orası en konforlu
yer olduğu içindir ve biz de onunla ilgili başka ne yapacağımızı bilmediğimizdendir.
Ota Benga hiçbir manada bir tutuklu değildir, fakat hiç kimse yanında birileri
olmadan şehirde dolaşmasına izin vermenin akıllıca olduğunu söyleyemez…37
Ota
Benga'nın hayvanat bahçesinde gorillerle birlikte, bir hayvan gibi sergilenmesi
birçok çevrede rahatsızlık oluşturdu. Bazı kuruluşlar, Ota Benga'nın bir insan
olduğunu, bu şekilde davranılmasının büyük bir acımasızlık olduğunu belirterek,
bu uygulamanın durdurulması için yetkililere başvurdular. Bu başvurulardan biri
New York Globe gazetesinin 12 Eylül 1906 tarihli nüshasında şöyle yer
almaktaydı:
Globe'un
editörüne;
Güneyde
yıllarca yaşamış biriyim ve sonuçta zencilere karşı fazla müsamahakar biri
değilim. Fakat onun insan olduğuna inanıyorum. Bu büyük şehrin yetkililerinin
Bronx parkında şahit olunan böyle bir görüntüye- zenci bir erkeğin bir maymun
kafesinin içerisinde sergilenmesine- izin vermelerinin bir ayıp olduğuna
inanıyorum...
Bu
pigme meselesi bir araştırma ve incelemeyi gerektirmektedir... A. E. R. New
York, 12 Eylül
Ota
Benga'nın normal bir insan muamelesi görmesi için yapılan başvurulardan bir
diğeri ise şöyleydi:
İnsan ve Maymun Gösterisi Papazlar Tarafından Kınandı
Dr.
Macarthur Serginin Onur Kırıcı Olduğunu Düşünüyor
Dr.
MacArthur: ''Bu gösteriden sorumlu olan kişi, Afrikalıyı olduğu kadar kendisini
de alçak bir duruma düşürüyor. Bu küçük adamı bir hayvan yerine koymaktansa,
Allah'ın ona verdiği yeteneklerin gelişimi için onu bir okula yerleştirmesi
gerekirdi..."
Dr.
Gilbert serginin büyük bir ayıp olduğunu düşünüyordu, kendisinin ve diğer
papazların Ota Benga'yı maymun kafesinden kurtarıp başka bir yere yerleştirmek
konusunda Dr. MacArthur'la işbirliği yapmasına karar vermişti...38
Tüm
bu insanlık dışı muamelenin sonucu ise Ota Benga'nın intihar etmesi oldu. Ancak
burada problem bir insanın hayatını kaybetmesinden çok daha büyüktü. Bu olay,
Darwinist ırkçılığın uygulayabileceği acımasızlığın ve vahşetin çok açık bir
örneğiydi.
Üstünlük Soya
Değil, Ahlaka Göredir
Darwin'in,
insanları gelişmiş bir hayvan türü olarak göstermesi ve bazı insan ırklarını
ise, henüz gelişimini tamamlayamamış, hayvana daha yakın türler olarak
tanıtması, insanlık tarihi için son derece tehlikeli ve tahrip edici olmuştur.
Darwin'in bu iddiasını kendilerine rehber edinenler, geçtiğimiz yüzyıl boyunca
farklı ırkları hiç acımadan sömürmüşler, onları çok zor koşullarda yaşatmışlar,
hatta soykırıma uğratmışlardır.
Nitekim
Brave New World (Cesur Yeni Dünya)
kitabının yazarı Bryan Appleyard, ırkçılığın temelinde yatan bu zalim anlayışı
ve sonuçlarını şöyle açıklar:
Ne
sebeple olursa olsun, ister batıl inançla isterse bilimsel olarak bir kere
sizin aşağı bir yaratık olduğunuza karar verilirse, size yapacakları vahşetin
bir sınırı olmaz. Ve bu vahşi uygulamalarını haklı görürler, çünkü bir insanın
aşağı olduğuna inanıldığında onun kötü ve tehlikeli olduğu ve üstün olanlara
bir tehdit oluşturduğu kabul edilir. Hatta bazıları daha da ileri giderek,
aşağı olanların bütün insan ırkının sağlığını tehlikeye soktuğunu iddia
ederler. O zaman aşağı ırktan olanları kısırlaştırmayı, evliliklerini
sınırlamayı veya cinayeti savunabilirler...39
Oysa
yaratılış olarak her insan birbirinin aynısıdır. Her insanı Allah yaratmıştır.
Kuran'da insanların yaratılışı şöyle bildirilir:
Ki
O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan
başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan
yapmıştır. Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin
için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde
Suresi, 7-9)
Yukarıdaki
ayetlerde bildirildiği gibi insanlar, Allah'ın Kendisi'nden üflediği ruhu
taşımaktadır. Her insan –hiçbir ırk ayrımı olmaksızın- düşünür; hisseder;
sevinç, acı, heyecan duyar; sevgiyi, şefkati, merhameti bilir ve yine her insan
zalimliği, aşağılanmayı, sıkıntıyı da tanır. Bu nedenle tarih boyunca, farklı
ırklardan insanları yarı gelişmiş hayvanlar zannederek, onlara kötü
muamelelerde bulunanlar, tek bir kişiyi dahi bu gerekçe ile incitenler,
ezenler, sömürenler ve aynı zamanda bu uygulamaları yapanları ürettikleri sahte
delil ve teorilerle destekleyenler, cehalet içinde büyük bir suç
işlemişlerdir.
Günümüzde
de hemen her kıtada medeniyet olarak çok fazla gelişmemiş insan toplulukları
mevcuttur. Bu insanlar tüm insani özellikleri taşımakta, fakat teknik ve
kültürel açıdan bugün dünyaya genel olarak hakim olan kriterlere sahip
olamamaktadırlar. Birçok topluluk yaşadığı iklim ve doğa koşulları nedeniyle,
dünya toplumlarının genelinden tecrit olarak yaşamış ve çok daha farklı
kültürler geliştirmiştir. Ancak her birinde insanlığa ait tüm özellikler,
gelenekler, alışkanlıklar mevcuttur. Art niyet taşıyanlar, ırkçılıkta çıkar
görenler, Darwin'in teorisine dört elle sarılmışlar ve diğer insanlardan hiçbir
farkı olmayan bu insanları aşağı bir ırkın mensupları ve hatta birer hayvan
olarak kabul etmişlerdir. Bu görüşün sonucu olarak geri kalmış kişi ve
toplulukları yeterince evrimleşemedikleri gerekçesiyle günümüzde bile ezen ve
hor gören insanlar ortaya çıkmıştır.
Oysa,
Allah ırkçılığı kesin olarak yasaklar. Allah her insanı farklı renklerde ve
farklı diller ile yaratmıştır. Bu, Allah'ın yaratışındaki sanat ve çeşitliliğin
bir göstergesidir:
Göklerin
ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O'nun
ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır. (Rum
Suresi, 22)
Allah Katındaki tek üstünlük ise insanın takvası, yani nefsini her türlü
günah ve isyandan, bozulma ve sapmalardan koruması, bundan kaynaklanan üstün
ahlakıdır. Takva dışında hiçbir insanın hiçbir insan üzerinde, herhangi bir
özelliğinden dolayı üstünlüğü olamaz. Allah bunu bir ayetinde şöyle bildirir:
Ey
insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle
tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah
Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en
ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi,
13)
Yorumlar
Yorum Gönder